MAGAZİN

Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm

O kadar bomba espri güme gitti ki bu söyleşide, sansürsüz koysam krize girerdiniz.

20 Ekim 2019 Saat: 10:03
Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm
Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm

Canlı canlı, tamamen özgür olunca, filmlerini hatta sahneyi bile aşıp acayip bir zirveye ulaşabiliyor, buna şahit oldum.

Sadece esprilerini değil, düşüncelerini takip ederken de beyni yoruluyor insanın.

Bir soruya lineer cevap vermiyor, sizi dönmedolap gibi yukarıya çekiyor, “Burada konuşalım, daha güzel” der gibi.

Sonra attığınız kahkaha bitmeden derin, hüzünlü bir şeye geçiveriyor. Odayı kaplayan kahkahanızdan mahcup oluyorsunuz.

Çektiği son filmler gibi ‘karakomik’ bir insan Cem Yılmaz.

Komikliği ağır bassa da hayatla, ülkeyle ilgili derdini sinemayla anlatmayı seviyor.

‘2 Arada’ ve ‘Kaçamak’, biri hafif hüzünlü, diğeri komik iki şahane film.

Hafta sonu için nefis bir fikriniz varsa onu yapın. Yoksa direkt bu filmlere gidin.

Ya da en iyisi, bu söyleşiden sonra kendiniz karar verin…

Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm


◊ İlk film feribotta geçiyor. Bu mekân nasıl bir ışık yaktı sende?

- Karakter, mekânı getirdi. Filmdeki hat Harem-Sirkeci. O çaycıyı Bursa turnesinden dönerken, Eskihisar’da görmüştüm. Tepsi taşımışlığım, garsonluğum var, çok yabancı değilim konuya.

 Yeşilköy’deki Çınar Otel zamanını söylüyorsun. Çay taşır mıydın?

- Tabii ki; tekniği ne biliyor musun? Ortalayacaksın, yerçekimi tamamen, fizik. Otelin de geminin de kabuğunu görüyorsunuz. Halbuki daha büyük bir dünya var, aysberg gibi. Çok şey hatırlatıyor.

 Ülkeyi de...

- Aynen, referansa çok uygun ama süslü bir metafor anlamında değil. Sabah geliyor, olduğundan daha temiz giyinmek zorunda, o kostüm ona öyle bir şey sağlıyor. Akranım olduğu için bizim ‘Aşk Gemisi’nden hatırladığımız ‘Ayzek’ (Isaac). Onun için orası ‘Aşk Gemisi’.

 Nostalji mi istedin?

- Bizim için naif bir şey ama zamanının Amerika’sının büyük bir hiti. Bizim için şöyle sembol: Hayatımızda olmayan şıkırtıyı orada gördüğümüz için.

 Biliyor muydun; ‘Aşk Gemisi’ yani Pacific Princess son seferini 2013’te İzmir’e yaptı. Aliağa’ya gelmiş, orada sökmüşler.

- Jilet mi olmuş?

 Evet. Metal ve yedek parçaları orada ayrılmış. Jilet olmuş İzmir’de!

- Şahaneymiş. Birkaç bölümün Ege’de çekildiğini hatırlıyorum. Fil gibi, ölecek yer olarak burayı seçmiş. Isaac’i oynayan adamın haberi olsa burada bu kadar bağırıldığından...

 Olur belki. ‘Ayzek’ karakterine ilham veren Türk garsonla bağlantın var mı peki?

- Yok, öyle biri değil. Feribotta yaşadığından bahsetmişti, “Abi, burada neler oluyor, o hoo... Bir gün takılsanız da görseniz” diye. İlgimi çekti. Arabalı vapurda kaç kişi çalışır bilmiyorum. Yedi yazdım, yedi çıktı. Bazen duygulara güvenmek gerekiyor. Gittik, kaptan “Siz kaptan mı olacaksınız” diye sordu. “Yok, garsonu oynuyorum” dedim. Makineci kim olacak? “Zafer Bey (Algöz)” derken, makine dairesine indik. “Kusura bakmayın, elim kıymalı” dedi. Aşağıda kıyma yapıyor adam, gömlek ütülüyorlar filan. “Lan, bizim senaryoda gömlek var, kıyma yok!” Kıymayı da koyduk. Herkes karşılığıyla tanıştı. 15 gün Harem’den Sirkeci’ye çalıştık.

 Isaac, Amerikalı bir siyahi o dizide. Çapkın, bir bölümde Janet Jackson’la aşk yaşıyor. Bizim Ayzek ise biraz gariban.

- Gariban süsü veriyor kendine. Yoklukla ilgili konuşuyor ama kanaatkâr bir noktadan mı? Kusurlu karakterler hoşuma gidiyor. Bir sihirbaz yapmıştım, gözü görmüyordu. Bunun da, gülümsemesi lazım, dişi yok. Masum başlıyor ya... Potansiyel kötülükle çok ilgileniyorum. Vardır ya, “Allah boşuna öyle yapmamış; iyi ki dişi yok, dişi olsa ilk bizi ısıracakmış demek ki!” Ben ortadirek bir ailenin çocuğuyum, devamlı fakirlerin haklı olduğu bir mekanizma vardır. Toplumsal gerçekçi filmlerde bunun kırıldığını çok az gördüm. Birini hatırlıyorum, Lütfi Akad’ın. Gecekondu mahallesinde kat karşılığı ev veriyorlar, fakirler öyle kötü tipler ki, hem de başroldeler. Çok hoşuma gitmişti. ‘Arif v 216’da vardı ya; “Çalın valsinizi, oynayın çaçanızı. Öyle değil mi ya?” filan diyorlardı. Abi, fakirlikle ilgili sorunu, Yeşilköy’de bir köşkü basıp posta koyarak nasıl hallediyorsun? ‘Dalgalarla gülümse’ sloganlı bir şirkette çalışmayı göze almışsın, her dediklerini yapmayı kabul ediyorsun ama masumsun! Orada sığındığımız şu: “Ne yapsın abi adam?” Zaten onu arıyoruz biz de. Ne yapmalı acaba?

Orhan Pamuk’a ‘Akıllı olsun’ dediler, daha ne kadar akıllı olsun?

 Son dönem Türkiye’sinin hikâyesi bu. Küçük adamın intikamı.

- E tabii, doğru.

 Bir Faust pazarlığı da biraz.

- Estağfurullah! (Gülüyor) Elbette film cilalanırken “Ne kadar benziyor günümüze” diyoruz.

 Aslında eskiden yazmışsın. Ama önceden hisseder ya sanat, edebiyat...

- Estağfurullah, kendime yormuyorum. Biriken şeyi devamlı seyretmemizden. Film daha kara olabilirdi. “Bu kadar kara bir film yapmaya ihtiyacımız yok” dedim. Zeki Demirkubuz taş mı yiyecek diye düşündük! (Kahkahalar) Zeki Abi’yle çok konuştuk bu filmi, 10 senesi vardır; ona layık, onun dişine göre bir şey olduğunu. İzledi, çok beğendi, çok mutlu oldum. “Ben çeksem birkaç sahne daha eklerim, şöyle çekerim” filan demesi hoşuma gitti.

 Zeki Demirkubuz da sever; filmde iktidar meselesi var. Gündelik hayatta kullandığımız “Herkes haddini bilecek, herkes akıllı olacak” gibi sözleri yerleştirmişsin.

- Orhan Pamuk, Nobel aldığında “Akıllı olsun” falan dediler. Daha ne kadar akıllı olsun? (Kahkahalar) Bu, sınır tanımamakla ilgili bir şey. “Sınırlarınızı aşın” deniyor, herkes aşıyor. “Kendin gibi ol” deniyor, işte bak bu kendim! Ne kadar memnun herkes kendinden! Yalnızca dışarıdan müdahale varsa değişmek istiyor. Dişleriyle sorunu yok, biri söyleyince yaptırıyor. Kişisel fayda, birine hizmet etmeye dönüşmüş. Kendini beğenmek, kendini beğenmişlik olmuş. 80’lerden hani, “Kendini ifade et, tokalaşırken elini sıkıca sık, gözünün içine bak” var ya. Ulan, elimizi kıracaklardı! Bunların ne çabuk modası geçiyor. Takım elbisenin anlamsızlığı konuşulmaya başlamış. Bunu anlamadınız mı? 30 sene kot pantolon giydi Steve Jobs! Kodlar gidene kadar bu mücadelemiz sürecek.

 Bazı kodlar da hiç değişmiyor.

- Yerine bir şey geliyor. Mesela bu kadar kişisel gelişim kitabı var; özetle “Rahvan gitsin” diyor. Bundan nasıl 300 sayfa çıkarabilirsin? Takma kafana tokadan başka! ‘Ne takıyorsun’ diye kitap olur mu! Ayrıca sen ne takıyorsun 200 sayfa kitapta? Türkçeye çevirmişler ‘S*tir Et’ diye. Kardeşim, diyorsun ama sen etmemişsin! Orta Anadolu türküsünde vardır ya, “Eller duyar, söz olur”. Böyle albüm yapılır mı ya? Duyarlar çünkü, şarkıyı söylüyorsun! “Odasına girdim”... Ya niye giriyorsun odasına! Odasına girmişsin, muhtarın kızını arıyorsun, sonra diyorsun ki “Aman eller duymasın”. Eller duymasa bütün köyü! Yeter ki eller duymasın. (Kahkahalar)

 Kökeni var yani bunların.

- Evet, çok eski abi. Eski kod, dil değişiyor yalnızca. İşin garibi, düşük profille mürekkep yalamış arasındaki fark kapandı. Yeni dönemin başarısıdır bu. İkisi de aynı şeyleri söylüyor, sloganı aynı. Yalnızca bizde değil. Gençliğimizde ne bariyerler yıkmış Madonna geçen gün Instagram’da, Türkçesiyle söyleyeyim, “Allah herkesin gönlüne göre versin yani” diye aforizma koyuyor. Zenci İsa’yla klipte sevişen Madonna, “Benim için ne düşünüyorsan Allah sana iki katını versin” filan diyor. Teyze olmuş! Biri sufle veriyordu, artık vermiyor diyeyim. Aksi bir ihtiyara dönüyorsun, yanında ne aranjör kalıyor ne bir şey. Ne diyordum lan ben? İsa’yla da seviştim, buramdan kan akıttım, onu Lady Gaga yapıyor, o zaman kendi derdime döneyim... Derdine düştüğün zaman da “Ay bir cam açayım” filan oluyor. (Kahkahalar)

Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm


‘2 Arada’da Harem-Sirkeci feribot hattında garsonluk yapan ‘Ayzek’, adını 80’lerin meşhur dizisi ‘Aşk Gemisi’ndeki Isaac’ten alıyor. Tabii ikonik hareketi de ondan yadigâr.

Verdiğim kiloların 10’unu geri aldım
◊ Bayağı body yapmışsın ve soyunuyorsun filmde.
- Ya Çınar!
◊ E kadınlar galada hep bunu konuşmuş, öyle anlattı Berna (Sağlam).
- O sonuydu işte. Çektik bitti.
◊ Etraftan ilgi arttı mı?
- Tabii, çok yoğun. Bütün ofisteki erkekler. Onlar da ilgi duydu!
◊ Sonra geri aldın mı kiloları?
- 10’unu aldım. Ben bir aktörüm. Hemen ardından ‘Şişman Adamın Başından Geçenler’ diye bir öyküye hazırlanıyordum, onun için aldım.

Bir gün Russell Crowe’un evinde oturuyoruz, ‘Abi, yengenle ayrıldık’ dedi

Aşk hayatın ne durumda?

- Güzel, her zamanki gibi. Girmeyelim abi. Onun yerine sana bir şey anlatayım...

◊ Peki.

- Russell Crowe biz film çekerken çocukluk aşkından yeni boşanmıştı. Sydney’de mazbut bir hayat yaşıyor aslında. Bir gün evinde oturuyoruz. Russell Crowe yani. Hayatını biliyorsun, filmlerini izlemişsin. Karşılıklı, amca gibi oturuyoruz. “Yumurta yer misin”, “Yerim” filan. Şimdi Türkçeye çeviriyorum: “Abi, yengenle ayrıldık. Olmuyor abi. Yemin ediyorum sana, her kırmızı halıda bir olay. Bir davet oluyor, bir şey oluyor, kavga çıkıyor abi.” Ama bir yandan o görkemli hayat devam ediyor. Birden tırt dedi, telefon geldi.

◊ Kim aradı?

- “Ha” dedi, “Sydney’de misiniz? Oy, iyi, iyi, hayırlı olsun.” (Komik bir Anadolu şivesiyle konuşuyor) “Gelin, gelin hadi. Türkiye’den arkadaşla oturuyoruz.” “E getir, tamam” dedi, “bir şişe tekila getir hadi”. Ben Stiller’la arkadaşları geldi! Selamünaleyküm! Naber? İyi, sen n’apıyon? Ben Stiller filan, böyle oturuyoruz.

◊ O nasıl biri?

- Filmi çıkacak, nasıl heyecanlı. Ölçek değişebilir ama herkes aynı. Adamı Cannes’da gördüm, elinde dosyalar, koşturuyordu. Hollywood yıldızı deyince filmde resmedilen aktörle ilgisi olmayan bir durum var. Herkes eşek gibi çalışıyor. Bond kızı, neydi adı? Olga Kurylenko.

◊ O ne yaptı?

- O ve ‘Terminatör’de oynayan çok güzel bir kız okuma provasına geldiler. Hanzo gibi hikâye anlatmıyorum, bir şey ifade etmek için anlatıyorum; Şener Şener’le filmim var lan benim! Russell Crowe’u yemişim! (Kahkahalar)

◊ Estağfurullah, ne oldu provada?

- Olga oynuyor, didiniyor, yerlerde sürünüyor... Ne etrafında asistan geziyor ne bir şey. Diğeri çok güzel, havalı ama uğraşmıyor. Herkes uyuz olmaya başladı. Bir daha o kızı filmlerde görmedim. Televizyon konfor yaratıyor. ‘Hashtag’ yapıyorsun, coşuyorlar. Ama coşanla gerçek çalışkan arasında her zaman fark oluyor. Dünyada da öyle, gördüm gözümle.

Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm


‘2 Arada’

Erkek muhabbeti, erkek eğlencesi çok uzak olduğum şeyler

İkinci filme geçelim. ‘Kaçamak’a Türk ‘Hangover’ı desem ne hissedersin?

- Kötü bir şey hissetmem, gurur duyarım. Ama değil tabii. Tayland, Singapur gibi bir yurtdışı operasyonu istiyordum aslında. Bir bayi toplantısı öyküsü yazmıştım. Adaya gidiyorlar. Boru sanayii. Kriminal bir adam Linda Evangelista gibi bir kızı oraya hapsetmiş.  Bizimki ona kafayı takıyor. Diğer adam dünyanın bir ucundan bunu görüyor. Bunları ‘Rambo II’ gibi, sülüklerin içine sokup çıkarıyorlar. Bu filme yer araştırırken bir yapım şirketi “Şu anda ‘Hangover 3’ü çekiyorlar, aşağı yukarı aynı temalarda” dedi. Ulan dedik, kadere bak!

 E çekseydin sen de, ne olur ki?

- Zaten topun ağzındayız araklıyor diye. ‘Hokkabaz’ı yaptığım sene ‘Prestij’ ve ‘Sihirbaz’ vizyona girdi. Tarantino da 1969’a gitti; Allahtan benden bir sene sonra. Başka tarih mi yok? Illuminati ne yapmaya çalışıyor? İkimize de aynı mesajı atmış: “69’a yükselin!” Ama 69’dan kim kaçabilir? (Kahkahalar) Filmlerde insan, yaşamadığı şeyleri yapmak istiyor. Erkek muhabbeti, eğlencesi çok uzak olduğum şeyler.

 Yalan bu! Etrafında sürekli erkek arkadaşların var.

- Onlarla hiçbir şey yapmam, sadece film yaparım. (Kahkahalar)

 Kimse yapmaz zaten! Erkeğin bu halleri şahane mizah malzemesi değil mi?

- Vallahi ben bir dönem evliydim, böyle bir şey yapmam.

 Genelde çeneye vurur ya.

- Sen burada Ertuğrul Özkök’e bir şey mi demeye çalışıyorsun! Bak bu bizim aramızda kalsın, eğer altı ay içinde çıkarıp masaya testosteronunu koymazsa! Yeter rakam vermek artık! Devamlı miligram söylüyor, bir kere de santim söyle! Kaç miligramsa koy abi masaya, görelim yani! (Kahkahalar)

Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm

Battal Gazi’yi düşün; kaleyi alıyorsan, prenses ne olacak?

 Ve yine uzaylılar var ikinci filmde...

- Bu ekibin öyküsünde bir bilimkurgu hatırası var. 20 senemize geri dönüp bakmaktan çok zevk alıyoruz. Başkasının seni anmasına gerek yok, insan kendini anabilir.

 Türkiye’de anmaz zaten başkası.

- (Kahkahalar) Belki de ondandır!

 “Türklüğün önemi yok esprilerde” diyorsun.

- Kesinlikle. Bunu mizahımla ilgili küçümseyici bir tavır olarak görüyorum. Filmde “Nasıl uzaylı olacağız peki” diye soruyor ya; “O kolay” diyor, “yöreselden ulusala, ulusaldan evrensele”. Uzaylıya nasıl benzerler diye araştırırken Google Images’dan kepenek giymiş köylüyü gördüm. Arkadan ışık verdiğinde, ellerinde traktör diferansiyeliyle acayip olur. NASA’dan görseler “anam bu ne” derler!

 E işte bu Türkiye’ye özgü.

- Yerellikle ilgili malzemem bu. Kurnaz bir İtalyanın da aklına geliyorsa gelir. 

 Kız NASA’dan Dünya’yı kurtarmaya gönderilmiş. Adam, “Güzel mi” diye soruyor. Sorarız abi, ben de sorarım.

- Bakma, Will Smith de sorar da onlar sordurmaz. Dünya yansa onlar finalde öpüşür.

 Kıza “What are you after this” diyor ya. “Are you kola” mı geldi aklına?

- Ta kendisi! (Gülüyor)

 Nasıl yazdın o sahneyi?

- Demin “Ben de sorarım” dedin ya, hoşuma gitti çok. “Böyle adamlar vardır ya” deyip yazmıyorum ben. Biraz Özkan (Uğur) Abi’nin karakteri gibiyim, “Ne SPA diye kandırıyorsunuz lan beni” gibi. Tufaya getirilmekten hoşlanmam. Ama şu fikrim var: Şunu haftaya yapamaz mıyız ya? (Kahkahalar) Bir vesileyle Jaclyn Corado diye NASA’lı bir kızla karşılaşsam ben de “Ne tatlı gülümsedi bana di mi” derim. Başıma gelmedi değil.

 Ne geldi?

- 2001’de askerken Kosova’ya ve Bosna’ya gitmiştim. Onbaşıyım ve moral eğitim zamanı. Orada Yüzbaşı Christine vardı. Bana “Hello” filan dedi. Daha demin tabldottan salam-kaşar yemişim. Christine! NATO! Ama o ihtimaller gani zihnimde.

 Uzaylılar gelmiş, bizimkiler haber almak için televizyonu açıyor; oyun havası, leş bir talk show programı... O sahneyi medyanın durumuna mı yoralım?

- Elbette. O, sonraki filmimizden bir sahne. Film biraz medya üzerine, ocakta gelecek.

 Basının durumunu nasıl görüyorsun?

- Yanlış anlama sözümü ama bazı meslekler hiçbir zaman tam ahlaklı görülmüyor ya. Hangi devir olursa olsun... Mesela pazarlama gurusu bile desen muhabbet tellalı gibi bir şey yani. (Kahkahalar) Zihnimizde masum kalan bir kelime var yine de: Anaakım. ‘Anaakım’ın tutunduğumuz bir dal olduğunu düşünürdüm. İçinde her şeyin gelip aktığı, orada birleştiği, oradan denize aktığı. Hepimizin var olduğu, beslenebileceği, bakıp da anladığımız...  Bu biraz anlamını kaybetti. Neticede 40 senedir gazete okuyucusuyum. Bir akıntıdan bahsediyoruz ve gelip tek sese dönüşüyor. Tamam da neye dönüşüyor?

Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm


Mesleğimi yapabilirsem 90 yaşında tadından yenmez bir hale geleceğini düşünüyorum

◊ Eskiden tutumunu pek belli etmezdin.

- Günlük siyaset mesleki olarak ilgimi çekmiyor. Ama yaş kemale erdiği için söylediğiniz her şey kulakta politik olarak yer ediyor. Kaçmanın âlemi yok. “Ben apolitik bir insanım” deme durumunda olmadım ki hiç; bize dediler apolitik diye, hem de doğum tarihimden dolayı. Aksiyonunu görmemiş gibi davranıyor. Bir sürü toplumsal şeyden bahsediyorsun, demiyorum ki Nasreddin Hoca derinliğinde bahsediyorsun. Yaşın kadar anlatırsın. 21 yaşında adam ne anlatır? Ama bir üst kuşağın diyor ki, “Siz ne biliyorsunuz ki?” Doğru. Turgut Özal, Türkiye’ye Nescafe getirdi zannediyoruz, ne bilelim ki biz! Bu suç değildi ki 17 yaşındayken. Bunu çok söylediler, o sırada 50 yaşında olduk. Bir bekle yani, bir dur... Hangi partiye oy attığımı kimsenin bilmesine gerek yoktur. Ama bir siyasetçi ya da marangozdan hoşlandığım zaman tatlı bir söz söylemekten geri durmanın ne anlamı var?

 Bu konularda daha açık olman hayatında bir şeyi değiştirdi mi?

- Yok, hiç değiştirmedi. Ne kadar seviliyorsam o kadar seviliyorum. Benim ölçekte bir iş yapıp da bu kadar kitleye ulaşmak mucizevi. Kolay nasip olacak bir şey değil. ‘Herkes sevsin’ yaşında değilim ki, onu yedi yaşında bıraktım.  Bizim ülke çabuk yaşlandırıyor insanları. İnsanlardan 75-80 yaşına kadar faydalanmayı bilemedik. O kıymetlerle temasımı hayatta olmasalar bile sürdürmeye çalışıyorum. Günahıyla sevabıyla. Orhan Boran ne ifade ediyor sana, Şener Şen ne ifade ediyor? Bakıyorum bunlara. Dünyaya da bakıyorum ve orada şöyle bir şey var: Zinciri koparmamak lazım. Kuru bir şey değil ki, dinamik bir şey. Ne ifade ediyordu ve şimdi ne ifade ediyor diye bir çalışmak lazım.

Ben ilkokul 1’de Nasreddin Hoca’yla başladım, buralara sonra düştüm

 Bugün daha bile kıymetli olabilir.

- Elbette. Zeki Müren’le ilgili çok tatlı bir araştırma vardı; post-modern zamanda Zeki Müren’in imajıyla ilgili. Şöhretle ilgili birçok şey duyuyorsun hem de birinci ağızdan. Bunlar yaşayan şeyler. Ölmüş bir şey bile yaşıyorsa, yaşayan bir şeyin hayli hayli yaşaması lazım. Mesleğimi yapabilirsem 90 yaşında tadından yenmez bir hale geleceğini düşünüyorum ben. Nasreddin Hoca artık yok. Onunla ilgili şakam da şu: İyi ki yok. Bir hafta sürer kariyeri. Düdüğü sadece parayı veren çocuklara alıyor. Sonra da “Parayı veren düdüğü çalar” diyor. Abi böyle bir şey söylesem beni öldürürler. Mesaj vereceğim diye ne çocukları ağlatıyorsun derler. “Bak Haluk Levent öyle mi yapıyor” filan. (Gülüyor)

 Erol Evgin anlatmıştı, Adile Naşit’e demişler ya TRT’de; masal anlatacağım diye sahte isimlerle çağırıp çocukları kandırıyorsun diye...

- Çok iyi. Don Rickles diye bir adam vardı. 97’sine kadar yaşamıştır. Amerika’da komedyenler çok uzun yaşıyor. Bob Hope, 105 filan. Don Rickles, 95 yaşında bile estiriyordu Vegas’ta. Ondaki birikmiş malla neler dinlersin... Benim daha çok uzun zamanım var.

 En güzeli, dalga boyunu düşürmeden bunu yapıyor olman. Ben bir gazeteci olarak zorlanıyorum seni takip etmekte, çok yukarda cereyan ediyor düşüncelerin. Buna rağmen, dün Twitter’a baktım, takipçi sayısında burun farkıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önündesin. Yani karşılığını bulmuşsun. Nasreddin Hoca olmuşsun!

- Sana bir şey göstereceğim. Gözünle gör de inan. (Ayağa kalkıyor ve ofisinin girişinde, duvarda asılı bir camekânı gösteriyor) Bak, şurada bir yelek var. O benim ilk sahne kıyafetim, 1979. Nasreddin Hoca’yım. Ben Nasreddin Hoca’yla başladım. Buralara sonra düştüm. İlkokul 1’de annem dikmiş bana. Yedi yaşındayken.

 Abi, bu yelek, bu cam, Gulbenkian Müzesi’nden bir eser gibi. Kaçamazsın ki bundan. Kaderin bu senin!

- Çok garip, geriye bakınca düşünüyorsun. Niye Nasreddin Hoca oluyorum ben? ‘Pamuk Prenses’teki cücelerden biri olaydım.

Cem Yılmaz: Ben bu işe Nasreddin Hoca’yla başladım buralara sonra düştüm


Çerçeveletip ofis duvarına astığı bu yelek, Cem Yılmaz’ın ilkokul 1’de Nasreddin Hoca’yı canlandırdığı gösterisinden hatıra. Annesi dikmiş: “İlk sahne kıyafetim, 1979.”

Büyük resmi sonra görürsün; şu an resmin kendisisin, zevk almıyorsun

◊ Tatsız bir dönemde yapmak durumunda kaldın galayı. Stand-up’ını da ertelemiştin. Ama bu, bizim ülkemizin kaderi galiba.

- Birlik ve beraberliğe en ihtiyacımız olan zaman... Sen biliyor musun, Sümerlerden beri o!

 Bu bitmek bilmeyen keyifsizlik hali yıllar içinde sanatını, mizahını, kişiliğini nasıl etkilemiş olabilir?

- Acı bir şey söyleyeceğim ama olumlu etkilemiş olabilir. Çünkü temkin değil ama titizlik getirir. II. Dünya Savaşı’nda komedinin patlaması gibi düşün. ‘Hayat devam ediyor’culukla bir yaraya derman olsun diye yapmıyoruz elbette, üzerimize düşen vazife bu olduğu için yapıyoruz. Titizlikle, bir incelikle yaparsın. Topluma yayılmış bir meseleyse, filmin komediden drama yönelebiliyor. Diyalog ihtiyacından. Böyle bir incelik getirir toplumdaki gerginlikler. Birinin nezaket göstermesi lazım. Eğer sanatçıysa o nezaketi gösterecek olan, ki öyle bekleniyor, elbette o gösteriyor. Ne olacak? Bilmeyen nasıl göstersin nezaket?

 Bazen çok umut verici şeyler de oluyor. Senin ülkeye inancını taze tutan bir kitle, bir birikim de var mı?

- Kesinkes var. Kurumsal desteklenmedikçe adını koyamıyoruz. Bir çocuk sporda başarılı oluyor, kişisel başarısı diyoruz. Bir taneyle değişiyor zaten her şey. Bu şartlarda bu oluyorsa mucize değil, olan bir şeydir. Adamlar Ay’a gitmiş. Kim? ‘Dallas’taki kâhya Ray gitmedi ki, astronot olan Neil Armstrong gitti. Pilot zaten. İtalya dizaynda çok iyi. Kim? İspanyol Merdivenleri’nin orada kapkaç yapan mı? Umut ışığı yandığı zaman böyle konuşmak çok acımasızca. Mizahçıyı da bu kanala sokuyor.

 Nasıl?

“Bizim milletin hep açıklarını, kötülüklerini söylüyorsun” diyor. Hayır, hayır, hayır, hiç alakası yok. Ben ‘G.O.R.A.’yı yazan adamım. Benim Türk milleti! Ayrımı başkasına kepçeyle veriyorsun. İtalyanlar dizaynda çok iyi diyor, bu bizi bir sanrıya sokuyor. Diyor ki “Bizde yoktur”. Yoktur tamam ama olmasını engelleyen şey ne? Yapmamak! Adamlar yapıyor abi. Kim? Yapan adamlar. Dünyanın teknolojiyle ilişkisini değiştiren adam, Suriyeli bir ailenin terk edilmiş çocuğu ya; Steve Jobs! NASA’daki Türk filan diyorlar mesela. Bir duygu yaratmaması lazım ama ekside yaratıyor genelde.

 Neden?

- “Abi çevresi var, kesin bir numara var”. Öyle olsa o da girer çünkü. Son günlerde güldüğüm şey şu: Dünyayı dört tane aile yönetiyor. “Abi büyük resmi görmüyoruz”. Görmek için geriye açılırsın. Açılıyor, açılıyor, tablodan da çıkıyor. Hiç kimse “Ben şunun içinde durup piksellerden biri olayım” demiyor. “Resmi oluşturan renk olayım” demiyor. Herkes geriye çekiliyor. Aç aç aç... Nereye gidiyorsunuz oğlum? (Kahkahalar) Büyük resmi görürsün, sonra ona vaktin olacak. Şu anda resmin kendisisin, hiçbir zevk almıyorsun, bir renk vermiyorsun, tat vermiyorsun. “Şu resim ne? A, ben yokum.” Yoksun tabii! Kendi çektiği selfie’de yok herif, kadrajda değil! Gene bana felsefe yaptırdın...

YORUMLAR Üye Girişi

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Bidünya Haber | Dünya ve Türkiye Gündemine uzak kalmayın. Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız
Yukarı ↑